Felsefi Düşünceler
Hiçlik Çerçevesi
Yazar: sıla burçak
Editör: Ömer Faruk Duman
Etrafına baktı, yıllar içinde dökülmüş boyalar, üzerindeki tesirini dahi bilemediği gri renk. Bu renk gün geçtikçe karartıyor muydu içini, yoksa içerisindeki beyazlık umudu mu anımsatıyordu ona? Duvarın ardına baktı, diğer çerçevelerle göz göze geldi. Her bir çerçevenin içinde ayrı bir sanat vardı; çizgilerin uyumu, renklerin zıtlığı... Hepsi bir ahenk içerisinde dizilmişti. Bir de kendisine baktı, öylesine bir hiçlik ki boşluk bile sığmıyordu içine. Bundandır belki de oraya gelen hiç kimsenin onu fark etmemesi.
Bir gün yine güneş tüm ümit ışıklarını saçarak yavaşça doğmuştu. Öyle bir doğardı ki her sabah onun etrafa yaydığı o eşsizliği görüp de utanırdı her bir resim kendinden. Öyle bir anlam yayardı ki kıskanırdı en sanatlı resim bile onun doğuşunu. O ise kıskanmak, utanmak yerine seyre dalardı güneşi. Kendi hiçliğine karşın onun ışıkları büyülerdi sanki onu.
Telaşlı bir gün başlamıştı yine. Kalabalığın ardından geçip giden insanlar bir bir resimlere bakıyorlardı. Hepsine birer yorum yapıyor, eksik yönünü söylüyorlardı. Onu fark edip gören bile olmamıştı. Telaş git gide azalıyordu, tekdüze bir kaç insan geliyor ve fazla durmadan gidiyordu. Ardından güneş yavaşça battı. Gökte çehresini en büyük endamıyla gösteren hilale çevrildi gözler. Bu hilalin zarafeti tüm resimleri gölgede bırakmıştı. Resimler böyle sade, yalnız bir beyazlığın altında onu bu denli hoş gösterenin ne olduğunu merak ediyordu.
Gece olduğu vakit bir görevli, resim kağıtları eskimiş ve çerçeveleri kirlenmiş olan tüm eserleri bir köşeye attı. ‘Ne yazık’ diye iç geçirdi çerçeve. Resmi fütursuzca bir kenara atıyorlardı, gün boyu onu eleştirip. Resmin asıl sahibi olan çerçeveleri ise kimse fark etmiyordu. İçerisindeki resme bakıp onu umursamadan kirletiyor, her yerini tozlar içinde bırakıyorlardı. Oysa onun hiç böyle bir derdi olmamıştı, onun hiçliğine kimseler ilişmemiş, tüm gözler âmâ, bütün diller ona ömür boyu lâl olmuştu.
Ertesi gün yine aynı şeyler yaşandı. Yine bir ikindi vakti azar azar geliyordu insanlar. Çerçeve gelip geçenlere bakarken bir adamın ona baktığını fark etti. Elinde bir baston, kolunun altında sıkıca tuttuğu kitabı ve sürekli eliyle ittiği çerçevesiz gözlükleriyle çok farklı duruyordu. Aslında sorsanız o an bu adamda farklı bulduğu şeyi yalnız “hiç...” derdi. Ama gözlerine baktıkça adamın, onda sanki bir şey seziyordu. Adam usulca çerçevenin yanına gitti. Önce nazikçe kenarlarına dokundu, gri duvarın önünde parlayan bir yıldıza benziyordu. Çerçevenin oymalarına dokundukça eşsiz desenler hissetti. Elinin altında hissettiği bu işlemelere bakmak için çerçeveyi kaldırdı. O ana dek onu fark etmeyen diğer resimler bile şaşırmıştı. Onun içi boş, o beyaz kenarlarında güneşin ışıklarını, mehtabın parıltısını sezmişlerdi. İçindeki hiçliğin altında yatan sır hepsini kör etmişti sanki. Adamı dışarıdan izleyen insanlar ise ona hayretle bakıyordu. Kendi aralarında bu adamın boş bir çerçeveyle neden bu kadar ilgilendiğini soruyor, hatta bazıları gülüyordu içlerinden. Adam onlara aldırmadan görevliyi çağırdı, o çerçeveyi almak istediğini söyledi. Şaşıran görevli, adamın gözlerine tereddütle baksa da bir karşılık alamayınca çerçeveyi paketledi ve eline tutuşturdu.
O gün o çerçeve adamın zihninin baş köşesinde yer edinmişti, her sabah güneşi ve geceleri ayı izleyebiliyordu. Onların ardındaki hakikat onun hiçliği ile buluşuyor, en gizli sırlar gün yüzüne çıkıyordu.
İçerisindeki çizimlere, boyalara kapılan her çerçeve o resimlerle birlikte solup gitmişti. O ise hiç olmuş; her şeyi bulmuştu. Hiçlikten sonsuza uzanan bir kapı olmuştu.